Tanpınar, İpekçilik ve Şehrin Nabzı
Bursalı değilim. Ama kütüğümde büyük harflerle OSMANGAZİ yazar. Hayatın anlamlı bir cilvesi diyelim, mâzi sevgime karşı Evliya Çelebi’nin “ruhâniyetli şehrinden” benim de payıma en azından bu resmiyet düştü. Hem de nasıl bir iltifatsa kuruluşun ve bir büyük imparatorluğun tekmil ismi, Osman Gazi… Bir de ne hikmetse annemin bana: “İpekböceği, ipekböceğim” diyen sesi sanki dün gibi kulaklarımda akseder. O ses ki, “Yekpare geniş bir anın/parçalanmaz akışında”[1] tizliği bozulmadan, ebediyete yolculuk eder. Ailelerinden gizlice nikâh kıyıp balayılarını Çelik Palas’ta geçirmezden önce, ne Bursa’yla, ne de ipekle herhangi bir bağı olmayan annemin, beni ipekböceğim diye sevmesi, aşk-koza ve Bursa üçlemesinden midir bilinmez, ilahi tecelli benim için Bursa’yı seçmiş. O gün bugündür bir seyyah gibi Bursa’ya gider gelirim.
Tanpınar, “Beş Şehir”de Bursa’yı anlatırken “…kendimi daha ilk adımda efsaneye çok benzeyen bu tarihin içinde buldum, zaman mefhumunu adeta kaybettim ve daima, bu şehre ilk giren ve onu yeni baştan bir Türk şehri olarak kuran dedelerimizin yaşayışlarındaki hâlis tarafa hayran oldum” der. Bu şehir betona kesmiş mimarisiyle, her ne kadar sağa sola densiz ölçüde çekilmiş olsa da tarihten miras eserleri gören bir çift göz, mâziyi ruhunda duymadan bugün de Bursa’da dolaşamaz. Mâzi söz konusu olunca seyyahların yazdıklarını okumanın heyecanı beni bir başka sarar. Bu eserlerde, Tanpınar’ın hayran olduğu, dedelerimizin yaşayışlarındaki hâlis tarafın hepten içine çekilir, üç boyutlu gözlüklerimle izlediğim filmlerdeki gibi bir boyut daha görmeye başlarım. Onlarınki itibarlı tarih kitaplarından başkadır; sanki zaman makinasıyla düne kavuşmuş gibi yaşarsınız ânı, insanları etiyle, kemiğiyle karşınızda bulursunuz, Bursa’nın sokaklarında dolaşırsınız, belki de köşeyi dönerken Mahalle-i Makramacı’dan[2] “cromoisy”[3] kaftanıyla geçen Silahdar Mehmed[4] ile selamlaşıverirsiniz… Kim bilir belki de Yahudi Şamuyil’den[4] şehir kapanı kirası için 30.000 akçe tahsil etmiş, Demir-kapu’daki evine dönüyordur…
Heath W. Lowry’nin 180 adet seyahatnameyi bir araya getiren “Seyyahların Gözüyle Bursa 1326-1923” adlı çalışması, tarih katmanları arasında üç boyutlu yolculuk etmemize olanak sağlıyor. Alman seyyah Reinhold Lubenau’nun seyahat güncesinde bahsettiği üzere, 1588’de şehirde muazzam büyüklükte boyahaneler varmış; boyahanelerin ipek boyama işinde dünyada eşi yokmuş. Daha da enteresanı, Lubenau “pek azı siyaha boyanır; eğer biri siyah ipek giyerse, o kişinin başına felaketlerin geleceği düşünülür” diye bir not düşmüş. İşte şimdi daha güzel canlandırabiliriz gözümüzde; Tanpınar’ın hayran olduğu dedelerimizin hâlis yaşantılarında, meğerse siyaha pek de yer yokmuş. Bir başkası, İtalyan seyyah Domenico Sestini, 1789’da gerçekleştirdiği seyahatinde şöyle yazmış: “Fakat dostum, doğrusunu söylemek gerekirse bu ahmak adamların batıl inançlarından ötürü hiçbir şey öğrenemedim”. Ne elem; ipekçiliğin Bursa’ya özgü sırlarını keşfetmeye gelen Bay Sestini, belli ki dedelerimizin ketum karakterine takılmış. Ama aynı Bay Sestini, şunları da yazmadan seyahatnamesini bitirmemiş: “Bu insanların ince işlerde başarılı olup, herhangi bir sanatta veya ustalıkta iyi işler çıkarabileceği kimsenin aklının ucundan dahi geçmez. Emin ol dostum, böyle düşünenler büyük yanılgı içerisinde. Türkler yaptıkları sanatsal işlerin ekseriyetinde başarılılar” der ve hünerli terzilikleriyle kıyafetleri Avrupa’da giyilenlerden çok daha iyi yaptıklarından, deriyi işleyiş biçimlerinin eşsizliğinden, kavukçuluğun mükemmelliğinden, bakır işleme sanatında yarattıklarının muhteşemliğinden, kalaycılıktaki olağanüstülüklerinden ve son olmamakla beraber ipek kumaşların üstünlüğünden dem vurur.
Bursa’nın insanı olup, Sestini’nin bahsettiği zanaat geleneklerinin seviyesinde olmak, kozasını dokuyan ipekböceği misali süreci, zorluğu ve mükemmelliği çağrıştırır. Tanpınar’da bu olgunun üzerinde durur; mesela Yeşil Cami’yi yaratan mimari anlayışı “Gelenek ona erişmek için ne kadar zenginleşmiş, ne kadar karışık merhalelerden geçmiştir. Bu hendesenin günün birinde bu vuzuh ve nispet içinde bu kadar sade bir oyunda kendini göstermesi için, ihtiyar Asya yerinden oynamış, medeniyetler birbirine girmiş, insan cemaatleri en geniş manada değişikliklere uğramıştır”[5] diyerek anlatır. Atalarımızın yaşadıkları, göçleri, savaşları, barışları, yerinde bulduğu ya da beraberinde getirdiği kültürel olguları ve tüm bunlardan süzüle süzüle gelen birikimlerin “bir yer’in insanı olup”[6] da geleneği devam ettirebilme halini daha çok önemsiyorum.
1678’de şehri ziyaret eden Corneille Le Bruyn[7], seyahatnamesinde, şehirde yaşayan sakinler arasında Rum Hristiyanlar, Yahudiler ve Türkler olduğunu ve bunların neredeyse tamamının sadece ticaretle geçinen tüccarlar olduğunu anlatır. Geçmişi canlılıkla tasvir eden bu satırlar, yüzyıllar boyunca Bursa’da yaşanan hayatı bugüne yansıtan bir projektör gibi vazife görür. Kendimi bir belgesel filmde, Bursa’nın gayrimüslim sakinlerinin, şehirdeki Müslümanlarla beraber, dokuma sanayisinde her dönem önemli rol oynadıklarını izliyor gibi hissederim. Hep bilirim bilmeye, Sadrazam Keçeci Fuad Paşa’nın deyişiyle Bursa’nın Osmanlı tarihinin dibâcesi olduğunu ama sanki Corneille Le Bryun’den bir asır sonra, 1786’da şehri ziyaret eden Fransız subay Lafitte-Clavé’den[8] “Türkler, Rumlar, Ermeni ve Yahudiler. Burada muazzam ipek ticareti yapılıyor” diye okuyunca, birden gözümde Bursa’nın bir ucundan diğerine, tamamını örten ipekten bir çarşaf serilir. Sonra 1530 senesine ait bir tahrir defterinden, ipek dokumacılığının mâzisinin nasıl da mahallelere, tahayyülümün çok ötesinde, isim isim kök saldığını okurum: Mahramacı Mahmud Mahallesi[9], İpekçioğlu Mahallesi, Çıkrıkçızade Mahallesi, Yeni Bez Mahallesi, Sırmakeş Mahallesi, İpek Mahallesi…
Tanpınar’a Bursa’da ikinci bir zaman daha vardır diye düşündürten güç, hiç kuşkusuz mâzinin bu kadar dipten gelen köklerle şehre sinmiş olmasıdır. Tanpınar “…bu şehre tarih damgasını o kadar derin ve kuvvetle basmıştır. O her yerde kendi ritmi, kendi hususi zevkiyle vardır, her adımda önümüze çıkar”[10] der. Muradiye’de bu ritim fazlasıyla duyulur, altta yatan ipek saltanatını size adeta ben buradayım diye haykırır. Tanpınar’a kâh bir türbe, bir cami, bir han, bir mezar taşı, ulu bir çınar, bir yerlerde bir çeşme, geçmiş zamanı hayâl ettiren bir manzara ve isimle varlığını hissettirten ikinci zaman, bendeki karşılığını ipekçilik geleneğinde bulur. Tanpınar, saatlerin artık bu ikinci zamanı saymadığını, onu ancak şehrin nabzında kendiliğinden atarken hissedebileceğimizi söyler.
Peki, bu şehrin nabzı nerededir, ben bu kalbin atışını en kuvvetli nerede hissettim?
1967 Temmuz ayında, Muradiye’deki dedesinin fabrikasında kozaklığın önündeki koza çuvallarından oluşan bir tepeciği Uludağ sayıp tırmanan, sonrada yanda duran koza yığınlarına atlayıp yüzen 7 yaşındaki bir afacanın damarlarında mı? Yoksa 1432'de “Fransız Broquiére’nin”[11] seyahatnamesinde bahsettiği, Cenevizli Spinola firmasının temsilcisinin, on bin dukadan iyi fiyata aldığını düşündüğü ipeklileri, “Bourse”den Floransa'ya götürmenin heyecanını taşıyan kalbinde mi?
20.yy doğumlu, Milano’lu Andrea acaba 16.yy başlarından memleketlisi, İtalyan ipek dokumacısı “Tomasino Caviae”[12] gibi günün birinde bu kadim ticarette yolunun Bursa’ya düşeceğini hayâl edebilir miydi? Yoksa şehrin nabzı, o 1961 Haziran ayında, tıpkı Muradiyeli çağdaşı gibi, Iseo’daki dedesinin fabrikasında koza yığınlarında yüzen küçük Andrea’nın kalbinde mi atıyordu?
6 sene arayla bu dünyaya gözlerini açan 1954 Lombardiya-Milano doğumlu Andrea Nembri ve 1960 Bursa-Muradiye doğumlu Mehmet Faik Yılmazipek, dedelerinden kalma işlerinin, İtalya-Bursa güzergâhında, kökleri 1326’ya uzanan ipekçilik geleneğinin son temsilcileri olacaklarını bilebilirler miydi?
Tanpınar “Mâzi nihayet geçmiş bir zamandır; bizde ancak kendisine içimizden bir şeyler katarsak hakkıyla yaşayabilir” demiş. Şimdi ben de tıpkı eski seyyahlar gibi ipekçiliğin bu son ikilisinin hikâyesinden bahsetmek, mâziye tanığı olduğum bu öyküyü eklemek istiyorum. Bursa’da zaman, ipeğin zamanıdır, yüzlerce yıl doğurgan ve kesintisiz süregelen ipek ticareti geleneği, Nembri’yle Yılmazipek’in yollarını 1985’te birleştirir. Bu işbirliği, 678 yıllık Osmanlı Bursa’sındaki birikimin (1326-2004), iç içe geçip genişleyerek gelen halkalarının sonuncusu olacaktır. Bizans’ın Bursa’sından Osmanlı’nın Bursa’sına ipekçilik her daim şehrin en önemli iştigal sahasıdır. 1530’da Bursa’da toplanan vergilerin yüzde 40’ının şehirdeki ipeğin doğrudan tartılmasından kaynaklandığını söylersem, belki ipek ticaretinin boyutunu daha iyi kavrarız. Fakat 1600’lü yılların başlarına dek şehirde yaygın koza yetiştiriciliği yapılmaz. O yıllara dek ham ipek İran’dan çilelerle ithal edilir, hatta Bursa, İran ham ipeğinin tamamını depolar; İran’ın en büyük antreposu Bursa olur. Ancak 1518 ve devamında 1586’daki Osmanlı-Safevi savaşları sırasında ithalat sekteye uğrar; Osmanlı İran ipeğine ambargo koyar. Hammadde sıkıntısı sebebiyle iflaslar yaşayan Bursalı dokumacılar, bundan böyle kendi tedbirlerini alırlar ve 17.yy başlarından itibaren ipekböceği mümbit Bursa Ovası’nda, ipeğin zamanını örmeye başlar. Böcek kozayı örer, insan kozadan ham ipeği çeker, tezgâhlar ham ipekten türlü türlü altın, gümüş yaldızlı ipeklileri dokur, zaman ipek zamanıdır. Aslında Nembri’yle Yılmazipek’in fâni hikâyelerini anlamak, şehri, bu şehirdeki dokuma geleneğini ve en önemlisi kendimizi anlamak, anlatmaktır. Tıpkı bir sözlü tarih araştırmacısı gibi, kültürel kimliğimize içimizden, çevremizden, hikâyesini dinlediğimiz insanlardan, çağımızdan bir şeyler katmasak, bu izdüşümler olmasa biz kim olurduk?
Nembrilerin ipekçilikteki aile geçmişi Lombardiya’da 800’lü yıllara kadar izlense de, Nembri ismiyle olan geçmişi resmi olarak 1852’ye gider. Başlangıçta Bergamo şehrinin Calvenzano köyü, devamında Brescia şehrinin Iseo köyünde Nembri izleri hala bulunabilir. Iseo’da göl kenarındaki dede evi ve “filanda”, İtalyancada ipek çekim fabrikasına böyle denir, restore edilmiş haliyle şehrin ipekçilik mâzisini hala vakurla, dimdik taşıyor. Yılmazipeklerin ipekçilik tarihi ise resmi olarak 1930’da Bursa’nın Demirkapı semtinde başlar, Muradiye’de devam eder. Bir tarafta Andrea’nın dedesi Pasquale Nembri, İtalyan İpekçilik Birliği’nin Başkanı, diğer tarafta Mehmet’in dedesi Mehmet Faik Yılmazipek, nam-ı diğer Galiçya gazisi “Kolsuz Faik”, her ikisi de torunlarını tek rakamlı yaşlarından itibaren fabrikalarının bahçesinden çıkartmazlar. Oyun alanlarının en doğal kokusunu, kozalar istimlenirken çıkan o iç bulandıran kokuyu, diğer çocukların aksine iğrenmek bir yana, ikisinin de pek beğendiklerini yıllar sonra bir sohbette keşfedeceklerdir. İlk vazifelerini yine tek rakamlı yaşlarda, dedelerinden alırlar. Andrea, koza alım mevsiminde gelen koza çuvallarını denetlemeye memur edilir. Ezkaza kiloyu arttırmak amaçlı çuvalların dibine taş konduysa veya iyi kozalar üstte, fenalar altta, aradan sıvışmayı bekliyorsa Andrea’ya takılır. Mehmet ise Muradiye’deki çıraklığında ipekçiliğin iki sonraki aşamasında çalışacaktır; dokumada kullanılan mekiklerin içine takılan masuraya atkı ipliğini sarmak onun vazifesidir.
İpekçiliğin iyi zamanlarında Muradiye’de 600 çalışan evine ekmek, çeyizine sermaye götürürken, başta Iseo olmak üzere Lombardiya’daki diğer Nembri filandalarından 2500 çalışan evine ve çeyizine katkıda bulunur. Çeyiz demişken, hem İtalya’da hem de bizde, ipek çekim fabrikalarında ağırlıklı olarak genç kızların çalışması adettenmiş. Çalışma şartları o kadar çetinmiş ki bunun için İtalyancada popüler bir şarkı bile var. Nembrilerin filandasında çalışan genç kızların dilinden düşürmediği, daha da doğrusu çalışırken konuşmanın zinhar yasak olduğu ama şarkı söylemenin serbest bırakıldığı filandalarda… Anne, artık dayanamıyorum/ İpek çekim fabrikasında çalışmaya/ Bize köpek gibi muamele ediyorlar/ Zincirlere bağlanmış köpekler gibi/ İpek çekim işi/ Katillerin işi/ Zavallı genç kızların/ İçerde çalıştığı… Iseo’da hal böyleyken, Muradiye’de de pek farklı değilmiş, konuşmak yasak, şarkılar serbestmiş. Muradiye’de ipek çeken kızları anıp da Cemal Süreya’nın bir dönemin isyanını o kızlar üzerinden dile getirdiği 555K’sını[13] hatırlamamak mümkün mü? Şimdi Bursa’da ipek çeken kızlar/ Bir kara sevda halinde söylemektedir/ Görmeğe alıştığımız nice yazlar/ Kimleri alıp götürdüler ama kimleri/ Karanfil bıyıklı genç teğmenleri/ Ak saçlı profesörleri, öğrencileri/ Adları şuramıza işlemektedir/ Ah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözler/ Bir kara sevda halinde söylemektedir/ Şimdi Bursa’da ipek çeken kızlar…
Şartların ağırlığı ortak hafızada öyle bir yer etmiş ki, yakın zamana kadar Iseo’da Nembri’yi gören yaşlı büyükannelerin, torunlarını, eğer yaramazlık yaparsan seni bu beyin fabrikasında işe koyarım diye korkutmaları bir anekdot olmuş. Ama Bocconi’deki öğrencilik yıllarında, sosyoloji bölümü için eski filanda çalışanlarıyla yaptığı bir araştırma Andrea Nembri’yi hiç şaşırtmamış; istisnasız tüm çalışanlar fabrikayı hasretle, patronlarını da şefkatle anar dururlarmış.
Lombardiya’nın ipekçilik geçmişi olan bütün şehirleri gibi, Bursa’nın da bir avantajı vardı; kozanın olmazsa olmazı su. Lombardiya’nın lakabı “Göller Bölgesi”dir. Bursa’nın suyla ilişkisini ise en güzel Evliya Çelebi dile getirir: “Velhasıl Bursa sudan ibarettir”. Osmanlı’nın dibâcesi Bursa’da koza ve ipek, Orhan Gazi’den beri Osmanlı padişahlarının himayesi altında olmuş; buna karşılık Lombardiya ipek geleneğini, 1700’lerin sonunda Avusturyalı Marie Therese’nin koyduğu ipekçilik kanunlarıyla sürdürmüş. Ancak devran dönmüş, gelmez zannedilen gün gelmiş ve ipekböceği zamanı örmeyi bırakmış. Nembriler için sene 1976, Yılmazipekler içinse zaman 1980’i gösterdiğinde, Lombardiya’da da Bursa’da da kozadan ipek çekimi son bulmuş. Kozaları yetiştirenler dutluklarla beraber mâzi oluvermişler.
“Değişmenin gerçekliği inkâr edilemez, onu pencereden dışarı atın, kapının anahtar deliğinden geri gelir” demiş Nietzsche. 20. yüzyılın son çeyreğinde ham ipek artık Çin ve Brezilya malıdır. Kozadan ipek çekimi olmasa da ham ipek bükümüne ve ticaretine devam etmek isteyen Nembri, İtalya’nın git gide zorlaşan üretim şartları yüzünden operasyonunu farklı bir ülkede devam ettirmek arzusundadır. Yılmazipek, ham ipek üretemese de ithal ederek ipek dokumaya devam eder. Mohikanların son ikisinin yolları Bursa’da kesişir; 1985’de, yabancı sermaye kanununun çıkmasının akabinde, ipekçilikte son İtalyan-Türk işbirliği Yılsar şirketinde vücut bulur. 18 yıl boyunca devam eden ipek büküm işi, Bursa’daki 678 yıllık İtalyan-Türk ipekçilik ticaret tarihinin son sayfalarını yazdırır Nembri’yle Yılmazipek’e; 2004 senesi dostça veda senesidir…
Tanpınar Beş Şehir’de, Bursa’nın önce Edirne’ye, sonra da İstanbul’a tercih edilişinin hikâyesini, çok sevdiği ve hep desteklediği erkeği tarafından unutulan, saçlarına düşen akları seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarının hikâyelerine benzetir. Artık sadece ölü padişahları ziyaret veya öldürülen şehzadelerin cenazesini getirmek için hatırlanır Bursa… Hikâye çok melankoliktir. Bense modern zaman seyyahı gibi çok önemli bir tarihin, ipekçilik tarihinin, sıradan insanlar tarafından nasıl yaşandığını, bu süreçten nasıl etkilendiklerini ve bu süreci nasıl etkilediklerini yazarak not düşmek istedim. Kim bilir, belki bu içerden bakış şehrin ipekçilik hafızasına eklenir. İpekçiliğin kaderinin Bursa’da nihayetlenmesi, bir zamanlar Bursa’nın yalnızca ölümle hatırlanması kadar melankolik olsa da dokuma geleneğinin büyük bir tekstil sektörüne dönüşüp devam ediyor olması bize yine Tanpınar’ı hatırlatır; geçmişle büyüyoruz, devam ederek değişiyor, değişerek devam ediyoruz.
AYLİN YILMAZİPEK
03/05//2019
[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, Ne İçindeyim Zamanın
https://www.siir.gen.tr/siir/a/ahmet_hamdi_tanpinar/ne_icindeyim_zamanin.htm
[2] Heath Lowry, Seyyahların Gözüyle Bursa, İstanbul: Eren, 2004, s.19
[3] Ibid, 25. Kırmızı ipekli kadifenin 15.yy adı
[4] Lowry, 38
[5] Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir-Bursa’da Zaman, İstanbul: MEB, 1969, s.125
[6] Cemal Kafadar, Kendine Ait Bir Roma, İstanbul: Metis, 2. Basım 2017, s.55
[7] Lowry, 71
[8] Ibid, 81
[9] Dokumadan yapılan her türlü işlemeli eşya
[10] Tanpınar, 109
[11] Lowry, 21
[12] Ibid, 44
[13] Bülent Ulus, Hakan Güngör, Parola 555K, İstanbul: Kor Kitap, 2019